"Ermeniler, Şebinkarahirsar'da 3 bin kişiyi zehirlediler"
Felix Guse, (Der Armenieraufstand 1915 und seine Folgen) 1915 Ermeni Ayaklanması ve Sonuçları, (Orijinal Metin):
(s.609.) Dünya savaşında oldukça büyük yankılar uyandıran Ermeni sorunu hakkında çoğu defa yanlış bilgilendirmeler yapılmıştır. Aşağıdaki çalışma her şeyden önce bizzat yaşanan olaylara ve gözlemlere dayanmaktadır. Savaşın başlangıcından Brest-Litovsk barış görüşmelerine kadar Türk Kafkas Cephesi’nde Kurmay Başkanı olarak üç buçuk yıl görev yaptım. Böyle bir görevde bulunmam, ülkeyi ve insanlarını yakından tanıyabilme, olaylara ve olayların arka planına derinlemesine bakabilme olanağı sağladı.[10] Ayrıca görev süremin son yılında konuyla -Ermeni sorunu- ilgili olarak özellikle bazılarını dikkate almam gereken, çok zengin ve kapsamlı bir kaynakçayı da tanıma olanağını elde ettim.
Tamamen Ermenilerle meskûn bir Ermeni ülkesi bulunmamaktadır. Ermeniler savaştan önce, çoğunluğu doğu vilayetlerinde olmak üzere, tüm Anadolu’da, başta Türkler ve Kürtler olmak üzere, diğer halklarla karışık bir şekilde oturuyorlardı. Nitekim bir gezgin, “Her yerde Ermenilerle karşılaşılmasının kesinlikle Ermenistan’da bulunulduğu duygusunu vermediğini” söylemektedir. Ermeniler çok iyi birer çiftçi, sanatkâr, fakat her şeyden önce şeytanı bile şişeye sokacak derecede kurnaz birer tüccardır. Ermeniler Türklerden daha aktiftiler, ancak sırf bu yüzden onları Türkiye’nin temel kültür unsuru olarak nitelemek doğru değildir. Bir Rus, yukarıdaki yaklaşımın aksine, Ermenilerin kültürden yoksun bir ırk olduğunu şu şekilde vurgulamaktadır: “Gerçi Ermeni de bir insandır, ancak kendi ininde dört ayak üzerinde yürür.”
Ermenilerin can düşmanı olan Kürtler, hayvan yetiştiricisi ve çapulcudur. Dışarıdan bakıldığında, Kürtler kahraman, Ermeniler de dindar adam görünümündedir, ancak kendini güçlü hissettiğinde Ermeniler de zulmetmekteydi.
(s.610.) Önceleri Türklerle Ermeniler arasındaki ilişkiler çok iyiydi. I. Napolyon devrinde İran’da bulunan bir Fransız askerî misyonu, Ermenilerin Türklerin yönetimi altında bulunmaktan çok hoşnut olduklarını bildirmekteydi. İki halk (Türkler-Ermeniler) arasındaki düşmanlığın farklı dinlere mensup olmalarından kaynaklandığı şeklindeki bir yaklaşım tamamen yanlış bir düşüncedir. Aradaki düşmanlık, sürekli olarak Türkiye’nin içişlerine karışarak, bundan kendilerine çıkar sağlamak arzusunda bulunan İngilizler ve Rusların sahneye koydukları ulusçuluk fikrinden kaynaklanmaktaydı.
Bu bağlamdaki olanağı ise “Türkler, Ermenilerin yerleşik olarak bulundukları bölgelerde reformlar yapmayı taahhüt ederler” ifadesiyle yer alan, 1878 San Stefano Barış Antlaşması’nın ilgili ana maddesi sağlamaktaydı. Bu oldukça elastiki bir paragraftı. İlgili madde, içerik olarak kişinin anlayışına bırakılmıştı. Reformlardan ne anlaşıldığı, ya da yerleşim alanından neyin kastedildiği ise açık değildi. Çünkü, yukarıda da değinildiği üzere Ermeniler az veya çok sayıda Anadolu’nun her tarafında bulunmaktaydılar. Bu tür vaatler, Ermenileri, Türk düşmanı olmaya sürüklüyor ve onların bu hoşnutsuzluğu Ruslar ve İngilizler tarafından sistemli bir şekilde tahrik ediliyordu. Abdülhamid devrinin kötü yönetimini Türkler de yalanlamıyorlardı, fakat devamlı süregelen tahrikler, daha sonraki Türk hükümetlerinin, durumu iyileştirici önlemlerini de sonuçsuz bırakıyordu.
Politik alanda Ermeniler arasında başrolde bulunan Taşnak Sütyun Partisiydi. Bu parti her ne kadar özgürlük üzerinde duruyorsa da ille de Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılmak gibi bir düşüncesi bulunmuyordu. Bu düşünce, Hınçak Komitesi’nin radikal kanadının öteden beri süregelen hedefleri arasında bulunuyordu. 1893’te bir Amerikan gazetesi şunları yazmaktaydı: “Hınçak Komitesi imparatorluğun her tarafında örgütlenmiş ve çok sayıda Türkü ve Kürdü öldürmek, köylerini yakıp yıkmak, ateşe vermek, daha sonra da dağlara kaçmak için fırsat kollamaya başlamıştı. İçin için kaynayan bu kin Türkleri ayağa kaldıracak, Ermeniler üzerine saldırtacak ve onları barbarca katlettirecekti. Bunun üzerine insanlık ve Hıristiyanlık adına bir büyük yabancı güç devreye girecek ve sonuçta ülke (Türkiye) işgal edilecekti.”* Gerçekleşmesi istenen plan da bu idi.
Böylece iki halk arasında karşılıklı olarak oluşan kin ve nefret 90’lı (1890) yılların Ermeni kıyımını (Ermenilerin yaptığı kırımı) doğurdu. Fransız Pierre Loti bu konuda Ermenileri suçlamakta ve şöyle demekteydi: “Türkler, Ermenilerin rahat durmayacaklarını, barış günlerinde de Türklere karşı kışkırtıcı ve zararlı girişimlerden uzaklaşmayacaklarını çok iyi biliyorlardı”*
Devamlı olarak sadece bu olaylardan söz edilmesi, (s.611.) Rus ihtilâline kadar Rusya’daki Ermenilerin durumlarının pek de iyiye gitmediğinin unutulduğu gibi bir izlenim vermektedir. Aslında bir Rus valisi “Bizim Ermenisiz bir Ermenistan’a gereksinimiz var”diyordu. Ve Ermeniler arasında da yaygın bir şekilde “Rusların Türklerden daha kötü olduğuna” dair meşhur bir söz vardı. Fakat 1905’te Rusya’da bir sistem değişikliği oldu. Rus devlet adamlarından, Prens Woronzoff Daşkow, Ermeni liderlerine, her şeyi unutur, tüm kışkırtıcı girişimlerden uzak dururlarsa, bütün mal ve mülklerinin geri verileceği, her türlü kovuşturma, kovalamaca ve kasıtlı olarak çıkarılan güçlüklere de bir son verileceği önerisinde bulundu. Ermeniler bu öneriyi uygun gördüler ve bundan böyle Türkiye’deki Ermeniler de Rusların dostu oldular.[11]
Ermeniler, Abdülhamid’e karşı gerçekleştirilen ihtilâle katıldılar ve Genç Türkler ilk başlarda onlara çok dostça davrandılar. Nitekim, sonradan kaleme alınan Türkçe bir kritikte konu ile ilgili olarak şu görüşlere yer verilmekteydi: “Genç Türkler, çeşitli dinlere mensup cemaatlerle birliktelik yaparak, ayrı bir millet (Osmanlı milleti) oluşturmak gibi, ileride onarımı çok güç olan büyük bir hata ile işe başladılar.”* Türkiye barışı koruyabilseydi kim bilir belki de bu birliktelik uzun sürecek bir uzlaşmanın yolunu açabilirdi. Talat Paşa, Ermeni lideri Pastırmacıyan’a üç defa bakanlık teklifinde bulundu. Fakat her defasında olumsuz yanıt aldı. Ermeniler parlamentoda da temsil ediliyorlardı ve bir Rus diyordu ki:
“Ermeni halkı, önceleri uğruna birçok insanın kanının akıtıldığı haklarının büyük bölümünü anayasa gereğince elde etmişti. Ancak halk, bu kanlı yılları unutamıyor ve Türkleri bağışlamıyordu. Bu yüzden Büyük Savaş patlak verir vermez Ermenilerin büyük bir çoğunluğu düşmanlarına karşı ülkelerinin bağımsızlık mücadelesi için aceleyle Rus ordusuna katılmışlardı.”
Balkan savaşları sırasında “Ermeni ulusal gösterileri alışılmışın dışında farklı bir yaklaşım gösteriyordu.”*; 1913’te Constanza (Köstence)’da Hınçak Cemiyeti’nin son derece ateşli bir kongresi yapıldı. Aynı ayrılıkçı düşünceler Taşnak Sütyun Cemiyeti’nde de ön plana çıkmaya başladı ve Türk tarafında da yankı bulmakta gecikmedi.
“Balkan savaşları esnasında Türkiye’nin çöküşünün çok yakın göründüğü dönemde, Ermeniler arasında artarak devam eden ulusçu oluşumlar; diğer Türk olmayan çevrelerde de vatana ihanet tarzında kendini göstermekteydi. Doğal olarak bu da Türk Milli Hükümeti’ni ‘Komite’ de tamamen etkisiz bir duruma getiriyordu” (Büyükelçi von Kühlmann).
Aynı zamanda İtilaf Devletleri, Ermenilere yapılacak reformların (Ermeni reformlarının) bir an önce görüşülmesi doğrultusunda Türkiye’ye baskı yapıyordu. Öte yandan Cemal Paşa’nın da haklı olarak belirttiği gibi, Rusların yaklaşımı(önerileri), İtilaf Devletlerinin (s.612) yardım ve desteği ile Sivas’tan –Sivas vilayeti dahil olmak üzere- doğuya kadar tüm ülkenin (Türkiye’nin) kısa süre içerisinde Rus yönetimi altına gireceği doğrultusundaydı. Balkan savaşlarından sonra, nihayet bir reform planı gündeme geldi. Buna göre, sorun yaşanan bölgelere iki Avrupalı müfettiş atanacaktı. Ancak, savaşın patlak vermesiyle birlikte bu girişim sonuçsuz kaldı.
Büyük Savaş patlak verdiği sıralarda Türklerle Ermeniler arasındaki güvensizlik büyük boyutlara ulaştı. Ne bir Türk’le ne de bir Ermeni ile sakin bir şekilde konuşmak olanaksızdı. Derhal, “arka planda neler döndüğünü ne oyunlar oynandığını anlayamıyorsunuz” deniliyordu. Ancak, Ermeniler gündelik yaşamlarının en ufak ayrıntısına kadar her şeyde güçlük çıkartıyorlardı. Örneğin, Mayıs 1914’te, Sivas’ta bir kışlada bulunduğum sırada, Ermeni cemaatinin isteklerinin derhal yerine getirildiğine bizzat şahit oldum.
Ermeni komitelerinin çalışmaları “Ssyr-anusch” adlı romanda kapsamlı bir şekilde anlatılmaktadır*. Öte yandan Türkler, Ermenilerin planlı bir isyan hazırlığı içinde olduklarını ve Ermeni halkını gizlice silahlandırdıklarını açıklayıcı bir dizi belge yayını yapmışlardır. Bu durum, Ermeni lideri Pastırmacıyan’ın kitabında da doğrulanmaktadır*
Ağustos 1914’te Erzurum’da Taşnaksütyun Cemiyeti’nin bir kongresi yapıldı. Bu kongrede Türkler, kayıtsız şartsız Türk tarafına geçmeleri halinde, Ermenilere, özerklik tanınacağı önerisinde bulundular. Ancak, Ermeniler bu öneriyi reddettiler. Hatta daha önceden bir isyan planlanmış olduğundan, konu çoktan kapanmıştı bile.
Daha seferberlik esnasında Ermenilerde Rus silahları bulunmuştu ve Türkiye’de yaşayan Ermenilerle Rus Başkomutanlığı arasında bir ittifakın yapıldığı Türk Kafkas Orduları Başkomutanlığı tarafından öğrenilmişti. Ermeniler, Ruslar cephede ilerledikçe, durmaksızın telgraf tellerini tahrip edeceklerine ve Türk birlikleri gerisinde silaha sarılıp isyan edeceklerine dair söz vermişlerdi. Tüm bunlar daha sonra aynen gerçekleşti.
Büyük Savaşın başlangıcından hemen sonra, 1914 Kasım’ında henüz herhangi bir silahlı isyan çıkmamıştı. Çünkü, Rus taarruzları ümit edildiği gibi pek iç açıcı bir şekilde cereyan etmiyordu. Bununla birlikte ta baştan beri Türklerle Ermeniler arasında geçimsizlik bulunmaktaydı.
Ermeniler birtakım olaylardan yakınmakta, Türk hükümeti memurlarının, halktan ve askerlerden bazılarının kendilerine saldırdıklarını ileri sürmekteydiler. Ancak, doğaldır ki bu gibi olaylar sadece Ermenilere yönelik değildi. Henüz devlet işlerinde, Türkiye’de, Avrupa’da olduğu gibi, sıkı bir disiplin ve buna bağlı olarak düzenli bir işleyiş bulunmuyordu. Savaş sırasında olağan sayılan bu tür olaylardan (s.613) Türk halkı da şikâyetçiydi ve bundan dolayı yakınıyorlardı. Diğer taraftan Türkler, Ermenilerin çoğu defa askerlik çağrısına uymadıkları ve kitleler halinde askerden kaçtıkları konusunda şikâyetçiydiler. Bu gibi suçlar diğer topluluklar tarafından da işleniyor ve bu türden olaylar hiç eksik olmuyordu. Ancak işin şaka götürmeyen tarafı, Ermenilerin askerî hedeflere saldırı düzenlemeleri, verilen emirlere karşı gelmeleri, jandarmalara saldırmaları ve hatta onları öldürmeleriydi (Bitlis’te olduğu gibi). Ancak daha da önemlisi, Ermenilerin çeşitli yerlerde çok düşüncesizce hareket ederek, İtilaf Devletlerinin başarıları üzerine sevinçlerini açıkça göstermeleriydi. Hatta, İtilaf Devletlerinin zaferi üzerine bir ayin düzenleneceği Erzincan’dan bildirilmekteydi. Ermenilerin Türk halkına yönelik taşkınlıkları ise gün geçtikçe şiddetleniyordu. Örneğin, Ermeni kaçkınlarının Türk kadınlarına göz dağı verdikleri, Kemah Metropoliti’ne de saldırılarda bulundukları Erzincan’dan gelen haberler arasındaydı. Diyarbakır’da “Emniyet Taburu” olarak adlandırılan ancak, çapulculuk yaptığı saptanan bir çete oluşturulmuştu. Türklere göre, Tüm bu girişimlerin temelinde, tehdit altındaki âilelerini korumak ve gözetmek zorunluluğunu hisseden Türk askerlerinin cepheden kaçmalarını sağlamak yatıyordu. Bu bakış açısı oldukça inandırıcıydı. Bir asker âilesini bulunduğu yerden bir başka yere götürmek zorunda olduğunu açıkladığında, derhal izinli sayılabilirdi. Bu da Türklere özgü bir özellikti. Bir âilenin koruyucusuz ve himayesiz bir yerden bir yere gitmesi kabul edilemezdi. Dolayısıyla, askerin izin alamadığı sürece, bu nazik savaş günlerinde cepheyi boşaltacağı yani askerden kaçacağı da göz önünde bulundurulmalıydı.
Sonradan gelişen olaylar ise çok daha ürkütücüydü. Henüz daha savaşın başlangıcında, 1914 Kasım’ında, Ruslar Bayezid ve çevresini işgal ettiler. Fırsattan yararlanılarak Türklerin büyük çoğunluğu hunharca katledildi. Tamamen insanlığa karşı yapılmış olan bu tecavüz ilk girişimdi. Bu çirkin girişim, Rusların tarafında yer alan ve aralarında Pastırmacıyan’ın da bulunduğu Ermeni çetelerince gerçekleştirilmişti. Bu konuda doğru bir karar vermenin ne kadar güç olduğu derhal kendini göstermektedir. Nitekim, Türkler, Rusya’nın yanında yer alan tüm Ermeni çetelerini Türk İmparatorluğu’na ihanet etmiş gibi algılamaktaydılar. Fakat, Ermeniler, Rusya’da da yaşıyorlar ve onlarla birlikte hareket etmeyi bir zorunluluk olarak görüyorlardı. Bu barbarlığın Rus mu yoksa Türk Ermenileri tarafından mı gerçekleştirildiğini tayin ve tespit etmek ise pek mümkün görünmemekteydi. Devamlı olarak Rus Ermenilerini suçlayan Lepsius’a bakılırsa, tüm bunlar asılsız ve esassızdı. Her ne olursa olsun bu ürkütücü gelişmeler üzücü olaylardı.
1915’te, yeni yılda, savaşın seyri değişti, talih artık Türklerden yana değildi ve Ermenilerin Türklere karşı günden güne şiddetlenerek devam eden aleyhte davranışları 20 Nisan 1915’te Van’da açıkça isyana dönüştü.[12]
(s.614) Van’daki isyan büyük Rus taarruzu ile aynı güne rastlamıştı. Ruslar, Erzurum’un kuzeydoğusundaki dağlık bölgelerde üstün kuvvetlerle Türk ordusuna saldırdılar. Aynı zamanda Van’a doğru da ilerlemeye başlayan Ruslar, 18 Mayıs’ta burayı ele geçirdiler ve buradan batıya doğru ilerleyişlerini sürdürdüler.
Genel durum topluca değerlendirildiğinde; Ermeniler arasında bir dizi tutuklama yapıldığına göre, isyanın birden bire ortaya çıkmadığı, kapsamlı bir hazırlık döneminden sonra isyana kalkışıldığı rahatlıkla anlaşılır. Bu durum bizzat Pastırmacıyan tarafından yapılan açıklamalarla da doğrulanmaktadır: “Uygar halklar silaha sarıldığında, sadece üç küçük halk, Sırplar, Belçikalılar ve Ermeniler ilk günlerden itibaren İtilaf Devletlerinin yanında yer alma cesaretini gösterebildi.” Ve bundan başka “Türk Hükümeti, düşmanca davranışlarda bulunmalarından önce, Ermenileri, silahsızlandırmak için her türlü önlemi almasına karşın Ermeniler, 1915 yazında Kafkas Cephesi’ne gönderilen beş Türk tümeni ve on bin Kürt’ten oluşan düşmanlarına karşı, Ermenistan’ın dört bir tarafında başarısız, ancak ciddi birtakım ayaklanmaları organize edebilme çaresini bulmuşlardı.” Diğer taraftan Ermeniler, Van’daki silahlı adamlarının sayısını on bin olarak vermekteydiler. Ancak, yalnızca yarısını Ermenilerin oluşturduğu 40–50 bin nüfuslu bir şehirde, özel birtakım hazırlıklar yapılmaksızın böyle bir sayıdan ve oluşumdan –ayaklanmadan- söz edilmesi inanılır gibi değildi.
Ermeni ayaklanmasının büyüklüğü ve ciddiyeti yeterli derecede bilinmiyor ve tanınmıyordu. Ordunun genel durumu, karşılaşılan güçlükler ve Ermeni ayaklanmasının Türklere karşı organize edildiği de yeterince kavranamadı. Bu da Van ve çevresinde hiçbir Alman’ın olmamasından ve Kafkas Ordusu’nda da benim dışımda herhangi bir Alman subayının bulunmamasından kaynaklanıyordu.
Doğudaki halk, devamlı olarak geri çekilen askerî birliklerle beraber kaçıyordu. Çünkü, burada galip olanın diğerinden öç alacağı bilinmekteydi. Bayezid’deki katliam üzerine sayıları kısa sürede yüz binlere ulaşan Türk halkı burada da göç etmeye başlamıştı. Geri kalanlarsa, çoğu kez Ruslar ve Ermeniler tarafından kötü muamele görüyor veya yok ediliyorlardı.
Ermeni ayaklanması, gittikçe geniş bir çevreye yayılıyor ve Ruslarla yapılan anlaşmalara uygun olarak yürütülüyordu. Ruslar tarafından sürekli olarak kışkırtılan Ermenilere, telgraf tellerini sabote ederlerken rast geliniyordu. Rusların, cephenin neresinden saldırıya geçecekleri önceden tahmin ediliyor ve işte o zaman Ermeniler, derhal cephe gerisinde silaha sarılıyorlardı.
Tüm bunların yanı sıra, Mayıs ve Haziran aylarında Türk Kafkas Ordusu’nda ağır bir kriz yaşandı. Bu ordunun takviye edilmesi söz konusu değildi. (s.615) Çünkü, İmparatorlukta elde avuçta ne varsa hepsi çok kritik günlerin yaşandığı Çanakkale Cephesi’ne gönderilmişti. Bu yüzden Ermenilerin çıkardığı huzursuzluk, son derece ürkütücü ve korkunç bir tehlike arz etmekteydi. İhtiyaç üzerine daha şimdiden jandarma birlikleri cepheye nakledilmişti ve artık ordunun hinterlantında birkaç acemi eğitim karargâhından fazla bir şey bulunmuyordu. Doğaldır ki bu kuvvetler genel bir ayaklanmaya karşı oldukça yetersiz kalıyordu.Hâl böyleyken bir defa olsun kendimizi Türklerin yerine koyalım. Türk birliklerinin güçlü olduğu yerlerde Ermeniler bağlılık yemini ediyorlar, Rusların bir taarruzu beklendiğinde ise, cephe gerisindeki köylerden silah sesleri yükseliyordu.
Bu durum da ne yapılabilirdi?
Bu kritik an da Ermenilerin düşmanca davranışlardan vazgeçip, soyluluk gösterip göstermeyeceklerinin sabırla beklenmesi gerekiyordu. Savaşmakta olan bir ordudan da böyle bir şeyin beklenmesi biraz fazla iyimserlik olurdu. Türk Hükümeti’nin bulduğu çözüm şuydu: “Ülke –Anadolu- Ermeniler tarafından boşaltılacaktı”. Kendilerini savunmak zorunda olan Türklerin başka bir çözüm yolu bulmaları pek mümkün görünmüyordu ve bu konuda söylenecek veya yapılacak başkada bir şey yoktu. Cemal Paşa bir konuşmasında diyordu ki: “Türkiye her taraftan kuşatılmış, her an üzerine saldırılacak bir adama benziyordu ve bu kadar hayati tehlikesi olan bir şeyde de gerektiğinde olağanüstü birtakım önlemlere başvurulmalıydı”.
Öte yandan Ermeniler tüm Anadolu’da ikâmet etmekteydiler. Dolayısıyla zorunlu göçün boyutu ne olacaktı ve Ermeniler nereye göçürülecekti? Bu arada işin gerçeği Ermeni huzursuzluğu da tüm Küçük Asya’ya –Anadolu’ya- yayılmıştı. Bitlis’te kargaşalık hüküm sürüyordu. Kayseri’de bombalar ele geçirilmişti. Zeytun ve Halep’te çatışma vardı. Cemal Paşa’nın çok ölçülü bir şekilde doğruladığı gibi, tüm bunlar gerçek ayaklanmalardı. Zeytun hakkında Alman Büyükelçisi de aynı şeyleri rapor etmekte ve açıktan açığa Ermenileri fitnenin başı olarak göstermekteydi. Urfa’daki olaylar üzerine, Alman Konsolosu Halep’ten gönderdiği raporunda aynı şeyleri söylüyordu. İstanbul’da bir komplo ortaya çıkarılmıştı. İtilaf Devletleri donanması Çanakkale Boğazı önlerindeydi ve İskenderun Körfezi’nde her an bir çıkarmanın yapılabileceği de göz ardı edilemezdi. Kısaca tehlike her yerdeydi. Dolayısıyla Türk Hükümeti mümkün olduğu kadar radikal birtakım önlemler almak durumuyla karşı karşıyaydı. Sonuçta Türk Hükümeti tüm Ermenileri Anadolu’dan tehcir ederek, onları Mezopotamya’ya yerleştirmek istedi.
Zorunlu göç esnasında askerî faaliyetler sürüyor ve bu sırada Türkler birtakım başarılar elde ediyordu. Haziran’ın ortalarında Ruslar, Erzurum’un kuzeydoğusundan sökülüp atılmışlardı. Şimdilik Van’dan ileriye doğru sızılmış ve bazı araziler kazanılmıştı. Temmuz başlarında Muş’un aşağı yukarı 30 km. kadar kuzeydoğusunda bir köprübaşı elde edebilmek için çarpışmalar sürdürülmekteydi. Bu arada Muş’taki Ermeniler ayaklanmış ve bu ayaklanma 10–11 Temmuzda bastırılmıştı. Söz konusu ayaklanmanın bastırılması düşmana iyi bir propaganda malzemesi oldu. (s.616) Nitekim ayaklanma bastırılırken orada herhangi bir Alman subayı olmadığı halde, Almanlara da sitem, ayıplama ve suçlamalarda bulunulmuştu.
Muş ayaklanmasıyla aynı anda Şebinkarahisar’da da çok tehlikeli boyutlara ulaşan bir ayaklanma çıktı.[13] Eski kale (Şebinkarahisar Kalesi) 12 Haziran’dan 3 Temmuz’a kadar kuşatıldı. Ermeni kaynaklarına göre, Ermenilerin buradaki kuvvetleri 5 bin kişiydi.[14] Sonuçta, Ermeniler kaleden dışarı çıkmak zorunda kaldılar ve çeşitli yönlere dağıldılar. Yine Ermenilerin açıklamalarına göre; şehirden diğerleriyle birlikte çıkamayan kadın ve çocuklardan 3 bin kadarı kendilerini zehirlediler. Geri kalanlar ise zehir stoku yetmediğinden bir başka şekilde hayatlarına son verdiler. Sonraları, çevrede bazı kadın ve çocuk cesetlerinin izlerini bulan Avrupalılar, derhal bunların Türkler tarafından katledildikleri sonucunu çıkarmışlardır. Bu örnekte de görüldüğü gibi, konu hakkında bir sonuca varılırken ne kadar dikkatli davranılması gerektiği ortadadır.
Bu olaylarla birlikte Ermeni ayaklanması bastırılmış oldu.[15] Öte yandan Ermenilerin tehcir edilmeleriyle birlikte yeni bir Ermeni isyanına da engel olunmuş oluyordu.
Ruslar, Ağustos’ta Van’da, sınır üzerinde bir kez daha geçici olarak geri atıldılar. Türklerin bu ilerleyişi karşısında, Van ve çevresinde bulunan ve büyük bir korkuya kapılarak, Ruslarla birlikte geri çekilen Ermenilerin sayısının 400 bin olduğu açıklanmaktadır.
Bütün bunlar 1915 yılına ait olaylardır. Şimdi biraz da “tehcir” üzerinde duralım. Böyle bir olay doğuda pek de alışılmamış bir şey değildi. Moltke, bir ordu herhangi bir bölgeyi işgal ettiğinde, oradaki halkı önceden bölgeyi boşaltmak zorunda kalırdı diye anlatmaktadır. Büyük Savaşta da operasyon bölgesinin bir çok yerinde herhangi bir politik art niyet olmaksızın bu türden boşaltmalar gerçekleşmiştir.
Zorunlu göç sırasında elbette Ermeniler birtakım güçlükler ve sertliklerle karşılaşmışlardı. Ancak bu durum, Asyalı ve Avrupalı için aynı anlama gelmiyordu. Araç gereç donanımı bugünde olduğu gibi, tüm bölge halkı için çok kısıtlıydı. Ormandan yoksun bir ülkede birkaç zengin şehir dışında Asyalı mobilyaya sahip bulunmuyordu. Örneğin doğulunun bir yatağı yoktur. Geceleyin çul çaput veya pamuk doldurulmuş bir yatak yere serilirdi. Ayrıca hububat, taşınabilir mallar (madeni para) ve yatak döşek çok çabuk bir şekilde kağnılara veya yük hayvanlarına yüklenir ve taşınma sürpriz bir şekilde çok seri olarak gerçekleşirdi. Bir çoğunun çadırları vardı. Birilerine rast gelinceye kadar, hayvanlar dikkatsiz bir şekilde yol üzerindeki tarlalarda otlatılırdı. Zorunlu göç yağmursuz yaz mevsiminde gerçekleştirildi. Böylece göçe zorlanan halk göç sırasında fazla bir sıkıntıya katlanmadı. Nüfusun yoğun olmadığı bu ülkede, Ermenilere bir başka yerde ekip biçebilecekleri tarlalar verildi ve barınmaları için de çok seri bir şekilde balçıktan derme çatma kulübeler yapıldı. Zorunlu göç sırasında karşılaşılabilecek her türlü tehlikeye karşı alışılmışın dışında güvenlik önlemleri alındı. (s.617) Doğal olarak Avrupa’daki yardım anlayışı çerçevesinde bir kolaylık ne devlet ne de devlet görevlileri tarafından yürütülebildi. Hiç şüphe yok ki bu durumda birçok insan istenmeden de olsa göç yolunda yok oldu. Fakat, bugün Batı kamuoyu, Ermenilerin devamlı şikâyet ve yakınmaları üzerine, göç yolundaki Ermeni halkına zulüm ve kitlesel mezalim yapıldığını zannetmektedirler. Halbuki olanları ve yapılanları topluca değerlendirmek, bu konuda biraz ölçülü davranmak gerekmektedir. Ermenilerin anlatıları (raporları) daha çok propagandaya yönelik olarak kaleme alınmıştır. Çoğu defa olaylar abartılmakta ve devamlı olarak hep aynı şeylerden söz edilmektedir. Bundan başka, ne Ermenilerin tüm söylediklerini peşinen ve safça kabul etmek ne de Türklerin tüm söylediklerine inanmak doğru değildir. Bu konuda bizzat olayları gözlemlemekle bir başkasından duyum almak arasındaki farkı da yakalamak gerekir. Aksi taktirde eşyanın tabiatına aykırı davranılmış olur. Örneğin hayatında bir kez olsun Trabzon’da bulunmamış bir kişinin Trabzon’la ilgili olaylar hakkındaki raporu, orada ikâmet edenin raporundan çok daha fazla iç karartıcı kötü haberler içermektedir. Sık sık tekrar edilip, devamlı gündeme getirilen, mezalim haberlerinden oluşan derlemelerin, tarih araştırmacısının kendi sezgisiyle hareket etmesi ve araştırma arzusu üzerinde yönlendirici olması da enteresandır. Böylece elbette objektiflik de kendiliğinden ortadan kalkmaktadır.
Zorunlu göç esnasında doğru olmayan birtakım olumsuzluklar görülmekteydi ve zaten Türkler de bunu inkâr etmemekteydiler. Hatta bu yüzden bazı cezalar da verilmişti. Kötü niyet sahibi bir iki hükümet görevlisinin yanı sıra birçok Alman konsolosluk raporunda; bazı valilerin -Erzurum Valisi gibi- güçleri yettiği kadarıyla, açıktan açığa Ermenilere yardım ettikleri de vurgulanmaktaydı. Diğer taraftan Goltz, Liman, Cemal, ayrıca İzmir Valisi ve diğerleri gibi yetki sahibi kişiler, Ermeni tehcirinden vazgeçilmesi yönünde görüş belirtmişlerdi. Elbette söz konusu bu kişiler bölgelerinde bulunan Ermenilerin güvenliklerini sağlamak sorumluluğunu taşıyacaklardı. Bu yüzden böyle ağır bir sorumluluk üstlenenlerden sadece çok güçlü ve yetki sahibi olanları yaptıklarından dolayı incinmemişlerdi.
Türklerin aklanması yönünde şunlar söylenebilir: Daha önce de belirtildiği üzere, jandarmalar ülkenin iç kesimlerinden cepheye sevk edilmişlerdi. Bu tarihten itibaren hükümet memurları memleket içinde güvenliğin sağlanması konusunda birtakım olumsuzluklarla karşılaştılar ve özellikle Kürtlerin soygun, gasp vb. girişimlerinde büyük artışlar oldu. Ancak asıl önemlisi öldürme ve yaralama gibi istenmeyen birtakım olaylarda Ermenilerin can düşmanı Kürtlerin paylarının çok yüksek olmasıydı.
Türklerin, Ermenilerin yok edilmeleri doğrultusunda emir vermiş oldukları iddia edilebilir. Ancak bu konuda elle tutulur bir delil bulunmamaktadır. Gerçi Talat Paşa’nın yargılanması sırasında böyle birtakım deliller mahkemeye sunulmuşsa da tüm bunlar, Ermeniler tarafından kaleme alınmış “tercümeler” ve “suretler” den oluşan ve aslı esası bulunmayan bazı düzmece delillerdi. Yani bu konuda mahkemeye, inandırıcı deliller sunulamamıştı.
Dr. Lepsius şu aşağıdaki tahmini rakamları vermektedir: Büyük savaş öncesi ülke genelinde 1.8 milyon Ermeni bulunmaktaydı; 1.4 milyonu sürgün edildi, yani 0.4 milyon (s.618) Ermeni zorunlu göç kapsamı dışında bırakıldı ve 0.2 milyonu şu veya bu şekilde hayatını kaybetti. Geri kalanlardan 0.4 milyonu Rusya’ya göç ettiğine göre, 0.8 milyon Ermeni’nin hayatını kaybetmiş olması gerekir.
Verilen bu tahmini rakamları çok abartılı buldum. Her şeyden önce, ülke genelindeki Ermeni halkının, savaş öncesi sayısının çok yüksek tutulduğunu sanıyorum. Örneğin Erzincan’ın nüfusu 40 bin olarak gösteriliyor ki o sırada Erzincan’ın nüfusu olsa olsa 20 bin civarındadır. Öte yandan göç yolunda kaybolan tüm Ermenilerin yok edildikleri söylenmektedir. Bunun tam aksini savunuyor ve binlerce Ermeni’nin ülkenin kuytu yerlerine kaçtıklarını tahmin ediyorum. Türkiye, kaçkınların izlerini sürecek ve onları takip edebilecek büyük bir güce sahip değildi. Görünüşe göre, hiçbir iz bırakmadan kaybolan bu kaçkınların büyük bir kısmının daha sonraları sık sık yaşanan şehir yangınları gibi olaylarla ortaya çıkmaları, doğuda yaşayan Avrupalıları hayretler içerisinde bırakıyordu.
Enver Paşa, bir konuşmasında 300 bin Ermeni’nin göç yollarında yok olduğundan söz etmektedir. Lepsius’un verdiği rakamlardan çok bu sayının gerçeklere daha yakın olduğuna inanıyorum. Ancak, ölü sayısı belirtildiği gibi yüz binlere ulaştıysa, bunun belleklerde korkunç bir şey olarak yer edeceği de muhakkaktır. Öte yandan Ermenilerin soykırıma uğratıldığı savı tamamen yanlıştır. Çünkü, dünya savaşı sonuçlandığında hâlen daha güçlü bir Ermeni halkı bulunmaktaydı.
Konuyu daha iyi kavramak ve doğru bir şekilde değerlendirebilmek için gelişen olaylara bir kere daha göz atmak gerekir. 1915/16 kışında ve yazında gerçekleşen Rus ilerleyişi Türk halkının iki büyük iç göç yaşamasına sebep oldu. Bunlardan ilki ağır kış şartlarında gerçekleşti ve yaşanan acılara olumsuz hava koşulları da eklenince binlerce kişi göç yolunda can verdi[16]. Rus işgalinde bulunan bölgeden; Ermenilerin, Rus yönetimi altındaki sınırlar içinde yaşayan Türk halkına mezalim yaptıklarına dair haberler ulaşmaktaydı. Kerenski’nin çöküşünden hemen sonra, Rus orduları dağılır dağılmaz, Ermeni çeteleri bölgenin tek hakimi oldular. Böylece Türk halkına yönelik zulümler daha da arttı ve sadece Türkiye tarafındaki Türk ve Kürtlere karşı değil, aksine Rusya’daki Türklere karşı da büyük kıyımlar yapılmaya başlandı. Türkler 1918’de yeniden taarruza geçerek, topraklarını geri aldılar, Transkafkasya’yı işgal ettiler ve bu defa Ermenilere karşı zulüm yapıldığına dair haberler gelmeye başladı. Ermenilerin, Türklere mezalim yaptıklarına dair Türk anlatımlarına karşılık, Ermeni anlatımlarında; Türklerin yaptıkları olumsuzluklardan söz edilmektedir. Halklarının uğradığı kayıplar halkındaki Türk istatistikleri şöyledir: Kara Şemsi’ye göre, göç edenlerin ve yok olanların toplamı ½ milyon kadardır. (s. 619) Ahmet Rüstem, genel olarak 1.5 milyon Türk ve Kürt’ün yok edildiği görüşündedir. Kanımca verilen bu rakamlar da abartılıdır[17].
İtilaf Devletleri dünya savaşı süresince son derece kapsamlı ve asılsız bir mezalim propagandası üzerinde yoğunlaştılar. Ermeni sorununu kendi hedefleri doğrultusunda kullanmaya, Alman entelektüellerini Ermeni mezaliminin failleri olarak göstermeye çalıştılar. Aslında bu asılsız iddiayı çürütmek için bir şeyler söylemek akılsızlıktan başka bir şey değildir. Yine Almanların, nüfusu azaltılan ülkeyi -Türkiye’yi- kolonize edebilmek için Ermenilerin Mezopotamya’ya göç ettirilmelerini arzuladıkları iddia edilmektedir. Tüm bunlara rağmen bu iddia kayda değer görülmemiştir. Çünkü bunun bir düşman propagandası olduğu açıktır. İşin asıl garip tarafı ise Alman kamuoyunun bir kısmının müttefikimiz için değil, aksine onun düşmanı Ermeniler için çalışıyor olmalarıdır. Bu da İttifak Devletlerinin yapılan olumsuz propagandayı yeterince kavrayamamasından kaynaklanmaktadır. Almanya’da Türklerden çok Ermenilerin haksızlığa uğradıkları kanısı yaygındır. Türklere Almanya’da çok az sempati duyulduğunu Cemal Paşa oldukça dokunaklı ve acı bir şekilde vurgulamaktadır: “Asıl acınacak olan Türklerdi. Çünkü, onların acılarını dindirecek, sıkıntılarını giderecek ve uğradıkları büyük haksızlığı duyuracak ne Alman ne de Amerikan misyonerleri bulunmaktaydı.” Ermeniler kendilerini acındırmayı çok iyi becerdiler ve yıllarca bu türden propagandalar yaptılar. Onların bu tür girişimlerin